Kurtulduk

Sonunda kâbus bitti, kurtulduk… Evimizin en güzel köşesinde, pencere önü en manzaralı yeri kapmış, oturduğu yerden kıpırdamaya hiç niyeti olmayan muhteremi evimizin sınırlarından atabildik nihayet, taşınma esnasında bel/sırt hasarına neden olmadan ve zor sığan haliyle asansörü bozmadan. Bizim, çocuğumuz sayesinde izlememek için sattığımız televizyonu bir başkası çocukları için almıştı ya, ne diyelim hayat görüşü…

Evlenirken almıştık, zamanın son teknolojisi, borcunu uzun taksitlerle ödeyecek kadar pahalıydı. Madden vardı da, manen yokluğuna alışalı neredeyse 3 yıl olmuştu. Manevi yokluğunu çoktan güzelliklerle doldurmuştuk, maddi boşluğuyla açılan yeri kızımın resim masasıyla ve sandalyesiyle kapatmak da büyük bir keyif oldu doğrusu. Odanın aydınlığı arttı, evimiz pek ferahladı.

Sürekli tozunu almam gereken bir eşya eksildi, düşme/devrilme riski taşıyan aynı zamanda. Ee satış bedeli, şükür, evde beklemesinden daha bereketli.

Muhterem televizyonları alıyoruz çok paralar ödeyerek, ne kadar çok izlersek o kadar çabuk parasını çıkartacakmışçasına sımsıkı sarılıyoruz. Bir kara antenle izleyenlere “Vah vah, gariban.” diye üzülüp, “tele dünya” lar bağlatıyoruz. Peki var mı hayatımızda ödettiklerinin telafisi?

Bir misafirlikte, salonun en güzel yerinde bir manzara resmiymişçesine salınan koca ekrana mecburen gözüm kayınca; kadınlığımdan, anneliğimden utandım. Dizide sergilenen bu denli çıplaklığı ne modern hayat, ne çağdaş dünyayla kimse açıklayamaz bana… Bu kadarı giyim özgürlüğünün ötesinde, bu kadarı aile yapısını istismar… Kendisini en âlâ dindar, hoca, hafız ilan edenler de aynı sahneye bakıyor; modern hayatı, din dışında özgürlüğü savunanlar da. Anlayamadığım nokta, iki taraf da eşlerini dışarıda o şekilde giyinmiş birine bakarken görünce rahatsız oluyor, iki taraf da çocuklarını o yatak odası sahnelerinde hayal etmeye tahammül edemiyor. Gerçekte kimse ailesi o durumlarda olsun istemiyor. Söz konusu olaylar ekran arkasında olunca, hani tanımadığımız kişileri, çıplak gözlerimizle görmediğimiz için çıplaklıklarını izlemek mubah mı sayılıyor?

Bu sahneler, evimiz yuvamız dediğimiz yerin en başköşesinde sergileniyor. Ne kadın, ne erkekten itiraz yok. Çocuklar için zaten renkli ve farklı bir dünya, izledikleri aile dışı çarpıklıklar, her türlü çıplaklıklar bilinçaltlarına birer birer kaydediliyor. Kimileri ibadetlerini diziler arası reklam boşluklarına sıkıştırarak belki de vicdanen rahatlıyor ama izlenen sahnelerin bu ibadetlerle çelişen büyük bir yanı yok mu?

Çalışan bir insan için, evde akşamları diziler karşısında kaygısızca uzanmak en büyük keyiflerden belki de. İnsanın bütün akşamını alıyor bu dizi faciası. Birçok televizyon bağımlısı için gerekçe “Böyle rahatlıyorum.” oluyor. Dinlendiğini zannediyor insan ama aslında izledikleri zihnini daha da dolduruyor. O diziler gereksizce yer işgal ediyor hayatlarda, kaygılanılacak ve merak edileceklerin listesine yenileri ekleniyor ama farkında bile olunmuyor.

İnsanın dinlendiğini zannetmesi, farklı dünyalar içinde kaybolduğundan aslında. Kendi yaşadıklarını, yoğunluğunu, stresini unutuyor gibi görünüyor bu sayede ama aslında değişen hiçbir şey yok. Tersine, hayat kaldığı yerden devam ediyor ve tehlike karşısında kafasını kuma gömen deve kuşları gibi insan kendini “dinlenmek” adı altında, en güvenilmez yere emanet ediyor. “Ötekilerin içinde” benlikler yitip gidiyor. Bir çocuğun televizyon karşısındaki haline dikkat edilirse, ne kadar seslenseniz de duymuyor. Çünkü bütün algılarını bloke ediyor televizyon. Ya biz büyükler? “Biz yararlıyı, zararlıyı birbirinden ayırabilecek durumdayız.” diye kendimizi avuturken, televizyondan gelen sinyaller beynimizi etkisi altına almakta. İki saat ekran karşısında oturan bir yetişkinin, beyin hücrelerinde meydana gelen hasarın telafisi için en az bir hafta beyin egzersizi yapmak zorunda olduğunu söylüyor bilim adamları.

Televizyon izlemediğimiz ve onu evden attığımız için; bize uzaylı muamelesi yapanlara, çaktırmadan acıyanlara ah keşke anlatabilseydim, içimdeki huzuru. Ötekilerin hayatlarından sıyrılabildiğimiz için kendi hayatımıza daha çok zaman ve enerjimiz oluyor. Doyasıya yaşamaya; bir kitap içinde kaybolup, bir duayla gözyaşlarına boğulmaya; ev içinde saklambaç, koşturmaca oynamaya; kelimeleri kağıtlara sığdırmaya; yaprakların sarı rengini kahverengiye dönmeden yakalamaya; güzel havalara aldanarak kasım ortasında açılan erguvan ağacının mis kokulu çiçeklerini fark edip koklamaya… Daha çok vakit var bir köpeğin süt içişiyle mest olmaya; yağmuru dinlemeye; şimşekleri izlemeye…

“Her gün batımında bir parçan eksilir.” sözünün gerçekliğiyle yüzleşirken, hayat hızla ellerimizden akıp gidiyor. Hayatın içinde olmaya daha çok zamanımız var muhteremden vazgeçtiğimizden beri.

Nasıl kurtulmalı televizyondan, nasıl başlamalı tam kapasite yaşamaya? Bu da uzun hikaye, nasipse bir başka sefere…

 

 


Bunlar da ilginizi Çekebilir

7 Yorum Yorum Yaz

Yorum Yaz