Mucize mi Hayret mi?

Bir önceki yazımızın sonunu sizce mucize nedir? Diye bitirmiş ve bununla ilgili bazı okuyucularımız yorumlarını paylaşmışlardı. Onlara ve yazımızı okuyan herkese teşekkür etmek borcumuzdur.

Evet mucize nedir? Her zaman ki gibi mucizenin sözlük anlamından ziyade uyandırdığı duygu ile içine sokmuş olduğu düşünce durumuna değinmekte fayda var. SıraDAN olmayan durumlara kabaca mucize dersek öyle varsayarsak, sıraDAN dışında alışılmamış bir şey olması lazım. Ve hatta bu sıraDIŞI’lık zihinsel ve duygusal değişimde yaratmalı. Burada önemli olan nokta bu değişimin dozunun ve şiddetinin ne kadar ve ne yönde olacağıdır. Bunun peşinden gelen diğer soru ise, bu dozu ve yönü kimin belirleyeceğidir. Bunlar bahsi diğer. Çok anlatılan bir öğrenme kuramına örnek hikaye vardır. Kurbağayı bir kabın içine koyup altında ateş yakıp ve bu ateşi kademe kademe ısıtıp kurbağanın tepkisini ölçme tekniği. Tabi beklenen son kurbağanın ölümü olacaktır. Çünkü kademeli ısıtma taktiği işe yarar ve kurbağa bunu algılayamadığı için sonunda beklenen son gerçekleşir.

Bir sabah kalktınız ve güneşi her sabah görmeye alışkın olmadığınız yerde göremediniz. Zaten bu durum kıyamet alameti olarak kabul edilmektedir. Ve insan büyük korku ve dehşet içerisinde kalacaktır. Fakat hangi insan bu duygu ve düşünce durumuna girecektir? Cevap HAYRET ETME yetisini kaybetmemiş insan bunu fark edecektir. Şunu demeye çalışıyorum zaten hiçbir şeyle ilgilenmeyen tek derdi maişet olan hayatın hareketliliğinde kendini o akışa bırakmış insan bunu bile fark edemeyecektir. Çünkü hayret etme yeteneğini kaybetmiştir. İşte bu noktada vurgulamak isterim ki, geleceğimize çocuklarımıza öğretmemiz gereken en önemli şey HAYRET ETME yeteneğidir. Günümüz yaşam koşulları maalesef insanın elinden bu yeteneği almaktadır. Güneşin her sabah aynı yönden doğmasına hayret etmeyen birisi için bunlar zaten sorun değil ki. Bir Afrika Kabilesi varmış; her sabah güneş doğmazdan evvel bir tepeye çıkar güneş doğana kadar dans ederlermiş. Ve güneş doğduktan sonra kendi inançlarınca şükrederlermiş bugünde dans ettikleri için güneş doğduğuna.

Küçük oğlumla(17 aylık) oyun oynuyordum, baktım çorabı çıkmış malum mevsim kış; oğluma dedim ki, oğlum çorabı giyelim mi? Bir şekilde onayladı. Çorabı giydirmeye başladım, eveeet giyiyoruz dedim ve sonra eveeeeeeeet giydik işte dedim. Ve henüz tam olarak konuşamayan oğlumda bu cümleleri anladı ve onayladı. Peki bunu niye anlattım? Çünkü sonra bir aralık düşününce aslında ben oğluma üç tane farklı cümle yapısından ve gramer yapısından cümle kurmuştum ve oğlum hepsini anlamıştı. İyi ama ben 17 aylık olan ve daha henüz kendisini tam olarak ifade edemeyen oğluma hiçbir gramer kuralını öğretmemiştim. Peki nasıl oldu bu?

İşte aslında HAYRET ETME yeteneği derken tam olarak bunu kast ediyorum. Yine kendimden son bir örnek; bir gün üniversite yıllarında Urfa’ya arkadaşlarla geziye gittik. Urfa’ya girdiğimizde daha önce hiç karşılaşmadığım görmediğim bir mimari ile karşılaştım. Ve sesli bir şekilde ne kadar değişik diye deyiverdim. Fakat arkadaşlarım için ve tabi ki benim içinde öyleydi, bu evlerde nasıl yaşardı insan. Ama modern yaşam içinde sitelerde yaşamış bir insan için bu mimari hiçte uygun değildi. Tabir caizse banaldi. Ama orada yaşayan insanı al bir siteye koy eminim ona hapishane gibi gelecektir bizim çok rahat ettiğimiz mekan. O mekanı anlamak için HAYRET ETMEK gerekliydi. Unutmamak lazım ki, mekanların insan üzerinde bıraktığı çok önemli izler bulunmaktadır.

Son söz olarak, bir gün bir çok ünlü bir filozof gökyüzünü seyrederek yürürken önündeki çukura düşmüş. Tabi düşünce yardım naraları atmış. Ve birisi gelmiş bakmış ki, bizim meşhur filozof ve çok şaşırarak demiş ki filozofa; “Sen ki çok ünlü filozofsun, hayat hakkında varlık hakkında büyük laflar ediyorsun. Nasıl olurda önündeki çukuru göremezsin. Bizim filozof hemen cevabı yapıştırmış; “ehh ne yaparsın hayat böyle bazen çok uzağa gökyüzüne bakayım derken, burnunun dibindeki çukuru göremezsin.” Evet bizlerde yanı başımızdaki mucizelerin farkında olalım, mucizeyi çok uzaklarda aramaya gerek yok. Kurbağa tekniğinde anlattığımız gibi HAYRET ETME duygumuz kademe kademe ortadan kaldırılarak bir nevi DUYARSIZLAŞMA sağlanmakta. Ve sonuçta DUYARSIZLAŞAN bireyler ve toplumlar olmaya gidiyoruz. İşte asıl TEMBELLİK budur. Bu duyarsızlaşmanın nasıl tembelliğe yol açtığına bir örnek hikaye ya da fıkra anlatalım; tembel insanları ile ünlü bir köy varmış. Bir gün köyün ileri gelenleri demiş ki, bu köyün en tembelini belirleyelim. Ve bir yol düşünmüşler. Köyün bütün halkını bir yere toplamışlar ve orayı ateşe vermişler. Ateşi ilk görünce kaçanlar olmuş sonra ateş bedenine temas edince kaçanlar olmuş ama bir kaçı da nasıl olsa bana gelmesine daha var demiş ve beklemiş. Ve ateş bedenine temas edince bağırarak kaçmışlar. En son iki kişi kalmış ve ateş etraflarını olduğu gibi sarmış, anlaşılan en tembel bu ikisi imiş. Ateş artık bedenlerine temas edince, biri “Anam yandım” diye bağırırken diğeri o kadar tembelmiş ki, diğerine “beni de söyle” diye ötekine bağırmış. Tabi bu bir fıkra ama etrafta olan bitene DUYARSIZLAŞMA ve bunun sonucunda da HAREKET KABİLİYETİNİ yitirme böyle bir şey. WHERE İS THE HAREKET? THERE İS THE BEREKET? Demiş eskiler. Bizde diyoruz ki, HAYRET ETMEK, HAYR’dır. “Düşünüyorum öyleyse varım” derken Descartes biz ekliyoruz “VARIM ÖYLEYSE HAYRET EDİYORUM”. Son bir soruyla bitirelim. Sizce insan kimdir? Nedir?

 


Bunlar da ilginizi Çekebilir

1 Yorum Yorum Yaz

Yorum Yaz