Bir Meslek Bu Kadar Önemli mi?
- 08-10-2020
- KATEGORİ Ziyaeddin Halid İpek
- YAZAR Sema Maraşlı

Arabamı polis memurlarının dediği gibi kenara çektim. Daha sonra orada bulunan birkaç polis memuru standart ehliyet ruhsat kontrolü vb. kontrollerde bulundular.
Bu kontroller sırasında polis memurları bana anlamadığım bir sertlikle muamele ediyorlardı. Tavırları sert ve sinirli idi. Arabadan inmemi ve bagajı açmamı söylemişti bir polis memuru aynı sertlikte.
Bu durum böyle devam ederken polis memurlarından biri bana şöyle bir soru sordu: “Öğrenci misin sen?” Sakın ve düzgün bir şekilde “Hayır üniversitede araştırma görevlisiyim” dedim.
Bunu dediğim anda polis memuru birden güler bir yüzle “Ooo hocam bak biz de araştırıyoruz ya” diye gülerek bir cevap verdi. Birden ortam ve durum yumuşadı. Muhabbetli ve güleç bir ortam oluştu. Espriler ve şakalaşmalar yapılmaya başlandı. Hemen başka bir polis memuru durun bagajı ben kapatayım diye yöneldi.
Normalde arabanın muayenesi kontrol edilecekti ama polis memuru “hocam normalde muayene kontrolü yapılacak ama bir sıkıntı yok değil mi muayene ile” diye sordu. Bende “yok” deyince, kontrolü olmadan geçtim. Daha demin o gerilimli ve sinirli ortamın birden güleç ve samimi bir ortam olması beni çok şaşırtmıştı.
Bu olayı yaşadıktan sonra çok düşündüm. Aynı kişilikte olan ben orada öğrenci olsam ne fark ederdi, üniversitede bir hoca olsam ne fark ederdi? Meslek bu kadar önemli mi idi? Bir insan mesleği ve statüsü ile bir insan mıydı sadece? Bizim varlığımızı anlamlandıran şeyler mesleklerimiz miydi? Düşüncem genişledi ve tekrar genişledi.
Biz bu dünyaya niye gelmiştik? Bir meslek edinmek, evlenmek, ev almak, araba almak, arsa almak, makamımızı yükseltmek için miydi her şey? Çevremi, toplumu düşündükçe anladım ki biz aslında hayatımızda araç olan şeyleri öyle bir amaç edinmişiz ki gözlerimiz körelmiş. Araç olan şeyler için ilkelerimizden, özümüzden, inancımızdan bile kopacak hale gelmişiz. Oysa meslek, statü, makam, ev, araba bunlar hep asıl niyetinde insan için bir araçtan öte olmamalıydı.
Hayatımda belki de en nefret ettiğim şeylerden bir tanesi toplumumuzdaki meslek takıntısı. Özellikle devlet kadrolu meslekler. Öyle bir noktada ki bu meslekler kafamızda adeta kutsalımız olmuş. Ahlak, edep, iman için açılmayan eller meslekler ve fakülteler için açılıyor. Sonuçta ne mi oluyor: Torpiller, adam kayırmalar. Zira kişinin kutsalı neyse ona göre hareket eder. Kutsalımız ahlak, kul hakkı yememek değil, istediğin ilde, istediğin yerde meslek sahibi olmak olduğunda her şeyin mubah olması kaçınılmaz değil mi?
Lisede iken hep düşünürdüm. Allah bize sayısız nimetler vermiş ve bizleri en güzel şekilde yaratmışken, meslek, iş vb. şeylerle vakit kaybetmek yerine tüm gün ibadet etmek gerekmez miydi? Senelerce bu soru aklımın bir yerinde hep durdu. Sonra mümkün mertebe okumalarıma devam ettim. Okudukça çok güzel hakikatlere ulaştım.
Kuranı Kerim Kasas suresi 77. ayette şöyle buyruluyordu: Ahireti kazanmaya çalış, fakat dünyadan nasibini de unutma. Peygamber Efendimiz (S.A.S.) in şu hadisi aslında aklımdaki sorulara cevap olmuştu: “Ne dünyası için ahiretini, ne de ahireti için dünyasını terk eden -her ikisinden de nasibini almayan kimse- sizin hayırlınız değildir. Çünkü, ahiretin ulaşım ve hazırlık yeri dünyadır. İnsanlara yük olmayınız.”
İslam dininde ruhbanlık yoktu. Lisansımda İngiliz edebiyat tarihi ile ilgili eserleri incelerken aslında orada İslam dininin bu şekilde dünya, ahiret konusunda dengeli oluşunun hikmetlerini kimi hikayelerde gördüm. Ruhbanlığın toplumun diğer çalışan bireylerini sömüren bir sisteme dönüştüğünün eleştirisinde bulunuyordu gerçek hikayeler.
Kişiler çalışmamak için ruhbanlık taklitleri yapıyordu. Bu şekilde çalışmadan başkalarının getirdiği yiyecekler ve yardımlar ile yaşıyorlardı. Yani sistemi sömürmeye çalışıyorlardı. Canterbury Tales bu hikaye örneklerinden biriydi.
Bu okumaları yaptıktan sonra rızkımı temin edeceğim bir meslek edinmem gerektiği gerçeğini anlamış oldum ancak dengeyi kaçırmamak mesleği bir araç görmek gerekiyordu. Fakat meslek sahibi olduktan sonra çok farklı bir muamele ile karşılaştım. O zaman şu hakikat benim içimi burkmuştu. Biz sözü söyleyene değil başındaki ünvana bakıyormuşuz.
Bir profesörden daha fazla ilim, edep görgü sahibi olabilir, hatta ondan daha fazla çile çekmiş olabilirmişiz ama profesör ünvanı alan kadar olamazmışız. Bir kızın edepli olması değil öğretmen olması, doktor olması evlenilecek bir özelliği olurmuş. Bir erkeğin statüsüymüş onu adam yapan. Sizi toplumun bireyi yapan şey her gün alacağın arabaları,, takıları, arsaları, borsayı konuşmak oluyormuş. Kendi zihin zindanlarımıza hapsolmuşuz. Demirleri de nefsimize bağlamışız.
Sonra araştırmalar devam ettikçe farklı şeylere denk geldim. Mesela Türkiye’nin güç mesafesi yüksek olan ülkelerden biri olduğunu gördüm. Neydi peki güç mesafesi? Belli bir kültürün otoriteye ve statüye verdiği değer.
Uluslararası yapılan çalışmalarda Türkiye’nin otoriteye ve statüye verdiği değerin yüksek olduğu yani güç mesafesinin yüksek olduğu görülüyordu. İşin kötü tarafı güç mesafesinin en yüksek olduğu ülkeler hep Müslüman ülkeler. Oysa biz statünün, otoritenin, unvanların değil hakkın yanında olmalı değil miydik? Güç mesafesi en düşük ülkelerin hangi ülkeler olduğunu da tahmin edersiniz.
Dediğim gibi en nefret ettiğim şeylerden biri mesleklere atfedilen bu anlamsız kutsallık ve insanların araç olarak görmesi gereken şeyleri hayatlarının amaçları olarak görmeleri. Meslekler ve okullar için sayısız tavizler vermeleri.
İnsanlar inançları ve ilkeleri için mesleklerinden ve unvanlarından taviz vermezken hep tam tersinin gerçeklemesi ne büyük bir acı değil mi? Bu zihniyete karşı bir intifadam var benim. Cahit Zarifoğlu’nun dediği gibi “Etimle, kemiğimle nefret ettim” bu zihniyetten. İnsanların sadece meslekleri kadar insan olduğu dünya görüşünden nefret ettim. Edebe, ilme değil de statüye anlam atfeden zihniyetten nefret ettim. Kötüye buğz etmenin hayır olduğunu bilerek nefret ettim.
Ziyaeddin Halid İPEK
11 Yorum Yorum Yaz