Ben Keyfim ve Kahyası

gonca_anıl-150x150Oldum olası, kamyonların ve arabaların arkalarına yazılan, araç sahibinin psikolojisini tek bir cümleyle özetleyen yazılara çok ilgiliyim. Ülkemin sosyopsikolojik durumunu da ortaya koyduğu için, çok önemsiyorum aslında o cümleleri. Geçenlerde bir tanesine rastladım, önce çok güldüğümü ama sonra düşündürdükleri üzerinde dalıp gittiğimi belirtmeliyim… Günümüz yaşantısında içinde bulunduğumuz durumu, bu kadar güzel özetleyecek bir cümle daha bilmiyorum. “Biz üç kişiyiz: Ben, keyfim ve kahyası…” Bu söz günümüz insanının durumunu öyle güzel anlatıyor ki, nereye koysam orayı dolduruyor sanki. Sosyal yaşamda karşılaştığımız hemen her olayın izahı, toplumun hemen her sorunun açıklaması belki de bu cümlede gizli.

Bir keyiftir tutturmuşuz ve her şeyi keyifle ölçer olmuşuz. Keyfimize göre yaşayalım, her şey keyfimizi coştursun… Keyfimiz isterse yapalım, keyfimizin istemediklerinden ilk fırsatta kaçalım.

Bilmiyoruz ki, keyfimizi doyurmaya çalıştıkça isteklerimiz daha da büyüyor. Nefsimizi şişiriyoruz adeta bir balon gibi ve içindeki boşluk sürekli artıyor. “Keyfini her şeyin önceliğine al.” diyen bir nefse sahibiz, insanız. Ama nefsimizin bu keyif oyununda bir oyuncak olarak oradan oraya sürükleniyoruz. Ama nerede kaldı, nefsimize hakim olabilme vasfımız?

“Ten bir gemi, dünya denizdir. Dünyayı tenine koyarsan, gemi batar. Ayaklarının altına al ki yüzüp gidesin.” diyor Hazreti Mevlana. Belki de bu yüzden sürekli buhranlara sürüklenmelerimiz. Keyfimiz için yaşıyor, ama yine de tam mutluluğa ulaşamıyoruz. İsteklerimizi hemen hızlıca karşılamaya çalışmak, ona kavuşsak bile gözümüzü başka hedefe dikmemize ve mutluluğumuzun sürekli ertelenmesine sebep oluyor.

Büyük tasavvuf ehli Muhyiddin-i Arabi’nin söylediği gibi. “Dünya malı deniz suyu gibidir, içtikçe içenin susuzluğu artar.” Ne yemekle, ne içmekle doyuyoruz dünya malına. Sürekli açız, midemizin bir kapasitesi var, ama dolmuyor… Sınırları belirli olan hangi hacmi dolduramazsınız? Fizik kurallarına bile aykırıdır, bu tokluğumuzu bile doyuramamamız. Karnımız tok olsa da gözlerimiz aç ve sırf lezzetin verdiği keyif için yiyor, içiyoruz.

Dolaplarımız ziyadesiyle dolu, ama aynı şeyleri giymekten sıkıldığımızı bahane edip, yeni giysiler almaya koşuyoruz. Aç olan gözlerimiz ilk giyişten sonra o giysiyi de eski safına itiyor. Böylelikle sürekli her şeyin yenisini almak için bir gerekçemiz oluyor.

Nefis “Hiçbir keyiften mahrum kalma.” baskısını yapıyor, “Bu dünyaya bir kere geliyorsun.” diyor. Koşturuyoruz artık oradan oraya, zahmetli işlerden bir çırpıda sıyrılıp, hep daha rahatını arıyoruz, bulamazsak da ömrümüz bu yolda tükenip gidiyor.

Hatta en ulvi duyguları bile keyfimizin kurbanı edecek kadar canileşiveriyoruz. Anne babalığı yaşamak, o tattan da mahrum kalmamak için çocuklar dünyaya getirip, salıveriyoruz hayatın bir yerlerine. Kim büyütmüş, nasıl büyümüş umurumuzda olmuyor. “Karnını doyurdum, benim daha öncelikli işlerim var.” bencilliğini kendimize hak görüyoruz.

Kendi zevklerimiz hep ön planda, yaşam amacımız… Peki, kendimiz ve keyfimizi tatmin etmek olsaydı bu dünyaya geliş sebebimiz, “Neden bir aile, bir toplum içinde yaratıldık?” sorusunun cevabını hiç düşünmüyoruz.

En sosyal ibadette bile yıl boyunca yiyeceğimiz etleri dondurucumuza sıkıştırırken, bu dünya çatısı altında, et tozundan çorba yapıp çocuklarını beslemeye çalışan anne babalardan haberdar mıyız?

Psikiyatri Profesörü Kemal Sayar’ın çok güzel bir tabiri var: “Kendini tavaf eden hacı”… Sadece kendimiz için yaşıyoruz. En ufak keyfimize değecek bir şey olsa, hemen keyfimizin kahyası bir bahane üretiyor ve kaçıyoruz. Kurtulduğumuzu zannediyoruz olumsuzluklardan. Oysa boşluk bizimle geliyor. Şişirip şişirip arşa kadar ulaştırdığımız nefsimizin içini dolduracak kadar büyük keyfiyeti hiçbir yerde bulamıyoruz.

Henry Ford’un oğlunun intihar ettiği bilinir. Ne kadar gerçektir bilemiyorum ama ardından bıraktığı mektupta şöyle yazdığı rivayet edilir: “Her şeyi tattım, bir tek ölüm kalmıştı tatmadığım.”

Bu dünya her zevki tadacağımız bir keyif bahçesi değil. Hele ki maddi manevi açlık ve yoklukla boğuşan sayısız insan varken, başkalarına rağmen ulaştığımız varlıklar bizi mutsuzluğa sürüklemekten başka bir işe yaramıyor.

Ayaklarımızı uzattığımız yerden, şöyle bir doğrulup, hak ettiğimizi sandığımız keyfiyeti biraz öbür dünyaya bırakıp, etrafımızda olanlara bakabilmeliyiz. “Benden daha zenginler var.” deyip, servetimizi katlayacağımızı umarken, sahip olduğumuz her varlığın bir yangınla silinecek kadar geçici olduğunu fark edebilmeliyiz. Bize emanet edilen sağlık, mal, mülk, evlatlara sahip olduğumuz düşüncesinden sıyrılıp, “Aldığın nefesi bile geri veriyorsan, demek ki hiçbir şey senin değil.” sözünün gerçekliğiyle yüzleşmeli. Kendimizi bir kenara koyup, hayatımızın merkezine önce ailemiz olmak üzere diğerlerini koyabilmeli. İşte o zaman şişire şişire doyuramadığımız nefsimizin zulmünden kurtulacak ruhumuz. Varlık ve keyfiyet mezalimine maruz bırakarak esir ettiğimiz ruhumuz işte o zaman gerçek özgürlüğü tadacak.

 

 

 


Bunlar da ilginizi Çekebilir

8 Yorum Yorum Yaz

Yorum Yaz