Hala Ömrünüz ve İmkanınız Varken

Hava yağmurlu bugün, gökyüzünde griye yakın bir renk, odanın içi hafiften karanlık…

Perdeleri açık olan pencereye doğru gözüm kayıyor… Bir renklilik var, sanki cam her zamanki cam değil… Hımm, bak sen şu şirineye, kâğıtlar, duvarlar yetmemiş, şimdi de sıra cama mı geldi, diye gülümsüyorum. Ama yok, camı küçük kızım boyasa, renkler bu kadar da düzgün olmazdı ki… Biraz daha yaklaşıyorum pencereye, acaba nedir grilikler üzerindeki bu renklilik… Yoksa… Olamaz! Canım eşim, tam da en çok baktığım pencerenin önüne rengârenk bir afiş asmış, binaların arasında. Biliyor ya renkleri seviyorum, ne hoş, çok duygulandım… Ama nasıl olur, bu kadar yükseğe böylesi sürpriz pek mümkün bir şey gibi görünmüyor… İyice yaklaşıyorum ve… Aman Allah’ım ne muhteşem. Bu bir gökkuşağı… Her gün orda burda şurda, her anımızı süsleyen renklilik nasıl bir anda gökyüzünde belirebilir…

Ben bu görsel ziyafeti hak edecek ne yaptım? Bir bilet almadım, bir bedel ödemedim, bir yerlere yetişmem, “Aman izleyecek yer kalacak mı?” endişem hiç olmadı, kim bana bu şöleni layık gören? Kim oturduğum yerde gözlerimin önüne bu renkli şöleni sunan?

Dışarıya çıkıyorum, serin havaya rağmen yemyeşil bir halı…

Sonbaharın kahverengine rağmen, kırmızı, turuncu, sarı... Kuruluğuna rağmen muntazam şekillerde yapraklar… Bir çınar yaprağı tutuyorum avcumda her bir ayrıntısında incelik, her bir zerresinde ustalık… Kim işlemiş olabilir bunu dünyadaki milyarlardan daha çok olan aynı ağacın tüm yapraklarına?

Islanan toprağın kokusunu burnuma hangi oda parfümü sürebilir? Baharın hasretini, açacak kır menekşeleri, erguvanlar, sümbüller dışında hangi koku dindirebilir?

Güneşten randevu almam gerekmiyor. “Müsaitsen yarın gel, biraz da benim evi ısıt.” demiyorum bir gün bile. Her gün doğuyor, “Yoruldum, sıkıldım.” demeden… Bulutların ardında olduğu günlerde bile ışığını eksik etmiyor yeryüzünden. Peki, kimin eseri bütün bu aydınlatma? Akşamları insan yapımı elektrikler kesiliyor kimi gün de, “Bugün güneş kesildi.” dediğimiz oluyor mu hiç?

Hangi kuru dal, “Ben bu bahar açmayacağım.” diye diretiyor, hangileri “Bugün benim izin günüm, beni rahat bırakın.” diyor… Hiçbirisi… Her bir ağaç, kışın dinlenen dalları tomurcuğa dönüyor, ucundan rengârenk çiçekler patlayan, eşsiz tomurcukları sunuyor kâinata… Her biri bir hediye adeta, böylesine karşılıksız hediyeyi hangi eller bize uzatıyor?

Sevdiklerimizden bir hediye alıyoruz da havalara uçuyoruz, dünyalar bizim oluyor. Bir resim sergisinde tablolar üzerine serpiştirilmiş boyalara pek çok anlam yükleyip sayısız övgüler yağdırıyoruz. Yazılmış bir kitaba şimdiye kadar duyulmamış şeyler yazıyormuş gibi rağbet ediyoruz. Bir tiyatro ya da sinema sahnesinde kurgulanan oyunlara ayakta alkışlar sıralıyoruz… “Ben güzelden anlarım, her şeyin iyisini bilirim.” edasıyla, burnumuz havada ortalarda dolaşıyoruz da peki, içinde yaşadığımız güzelliklere neden bu denli suskunuz?

Her gün hiç bitmeyen bir oyun sahne alıyor, dört mevsimde ayrı ayrı renklendirilmiş bir dekorla, nerede gören gözlerimiz? Tabiatın bin bir türlü canlısı kulağımıza en güzel şiirleri fısıldıyor, nerede duyan kulaklarımız?

Her bir yaprağa bir başka sanat nakşoluyor günbegün, nerede sanattan anlayan yanımız? Çiçeklerin içine her mevsim farklı esanslar dolduruluyor, nerede koklama duyularımız?

Her gün yanından geçtiğimiz ağaca hiç bakıyor muyuz, oysa o bizi her gün yeşilliğini sunarak karşılıyor. Bir karış suratla yanından geçip giderken bir hayli kabalık etmiyor muyuz? Yürüdüğümüz yollara serilen çiçekler bizim için döşenmiş, hayatımıza renk katmak pahasına, belki de yarın hayatta olmayacak bugün açan mavi mine. Üzerinden basıp geçerken, biraz yazık etmiyor muyuz?

Daha çok üreteceğiz, daha çok tüketeceğiz derken görmezden gelip, tahrip ettiğimiz tabiatın zararı kime? Neyi kimden çalıyoruz? Hesapsızca kestiğimiz ağaçlar, umursamadan çiğnediğimiz çayırlar, çiçekler bizim bir parçamız değil mi?

Bu sabah evden çıkarken, beton binaları, asfalt yolları izlemekten vazgeçin. Kaldırım taşları arasından başını çıkartmış bir küçük yeşil otu fark edin. Duvarlar üzerine yayılmış yeşil yosunları keşfedin. Her gün önünden geçtiğiniz ağacın kabuklu gövdesine dokunun bu sabah. Tabiattaki bir taş parçası bile her gün yüzlerce defa bastığımız klavye, telefon tuşlarından daha sıcak, yumuşak değil mi?

Kimi zaman etrafımızı kaplayan beyaz karın, en güzel dinlendirici; yağan yağmurun bereketin habercisi olduğunu fark edin.

Varsa yakınlarınızda bir su birikintisi, deniz, göl, dere adı her neyse. Suların kıyıya değerken bıraktığı köpüğü izleyin ve sessizlikte gürleyen sesini.

Bir beş dakika geç başlasın koşuşturmaca bu gün. Ayaklarınız altındaki çakıl taşlarını hissedin. Yüzünüze değen rüzgârı, elinize damlayan yağmuru… Tabiatın her zerresini içinize çekin bu sabah. Çiçek, böcek, çayır, çimen… Hiçbir şey yoksa yol kenarındaki çamur kokusunu içinize çekin; pencereden görebildiğiniz renkleri zihninize yerleştirin…

Bütün tabiat bizler için beklemekte, ne zaman fark edeceğiz her gün her saniye yolumuza serilen güzellikleri, gözlerimizin tanıklık ettiği şöleni ne zaman hissedeceğiz? Bizim için hepsi… Bugün var ve yarın belki de hayatta olmayacak bir kelebek uçuyor yanı başımızdan… Belki de ağaçta salınan bir yaprak karışmış olacak toprağa, biz onu selamlamadan. Tabiat her birimize verilmiş bir armağan… Aynı güneş, aynı gökyüzü, aynı gökkuşağı, aynı yağmur damlası… Her birimize bolca sunulmuş bir ziyafet her an yanı başımızda…

Hâlâ ömrümüz ve imkânımız varken, bize bahşedilenleri fark etme zamanı. Onca gürültü, onca kalabalık, onca telaşın içinde kaybolmadan, biraz durup tabiatta gizlenen sürprizleri hissetmek için, yavaşlamaya ne dersiniz?

 


Bunlar da ilginizi Çekebilir

3 Yorum Yorum Yaz

Yorum Yaz