Çocuklarda İktisat Bilinci

alicankiriliAile eğitimi sırasında çocuk, anne-babanın sözlerinden çok davranışlarından etkilenir. Onları taklit ederek sosyal davranışlar kazanır. Anne-baba çocuğa ahlakî davranışlar kazandırmak için her gün pekçok şey söyler, nasihatler eder.

Eğer anne-baba bu sözleri ve nasihatleri günlük hayatında yaşamıyorsa, çocuğun öğrendikleri bilgi düzeyinden öteye geçmez. Çocuklar aile büyüklerinden ve öğretmenlerinden birçok şeyler duyarlar, ancak bunlardan pek azı çocuklarda tutum ve davranış değişikliğine yol açabilir.

Çocuk sevgi, saygı, şefkat, yardımlaşma, işbirliği, dürüstlük, çalışkanlık, başkalarının haklarına saygı gibi sosyal ve ahlakî davranışları, okulda verilen teorik bilgilerle değil, ailede görerek ve yaşayarak kazanır.

Müslüman anne-babalar olarak, hemen hepimiz, Allah’ın “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz” emrini biliriz. Buna rağmen bazı ailelerde nimete gereken saygı gösterilmemekte, her gün tonlarca bayat ekmek ve yemek artığı çöpe atılmaktadır. Demek bu ailelerde Allah’ın “israf etmeyiniz” emri bilgiden ibaret kalmakta, davranışlarına yansımamaktadır.

Seneler önce akrabam olan genç bir bayanı çöpe ekmek atarken görünce şöyle demiştim: “Ekmek nimettir. Neden çöpe atıyorsun? Nimete saygın yok mu?” Genç bayan, “Ne yapayım, eşim ve çocuklar bayat ekmek yemiyor” diyerek kendisini savunmuş; nimete saygısı olduğunu göstermek için de ekmeği öpüp alnına götürdükten sonra çöp kutusuna atmıştı.

Genç bayanın ekmeğe gösterdiği saygı teğet bir saygıydı, gerçek saygı değildi. Bu aile tanıdığım bir aileydi. Yemeğe “Bismillah” diyerek başlıyor, sonunda “Elhamdülillah” diyerek Allah’a şükrediyorlardı. Ancak bu besmele ve şükür gelenekten ve ezberden ibaretti. Çünkü onlar da anne ve babalarından öyle görmüşlerdi. Muhtemelen bu genç bayanın da bayat ekmeği çöpe atan bir annesi vardı. Onun kızı da ileride anne olduğu zaman aynı şeyi yapacak; bunun nimete karşı bir saygısızlık ve israf olduğunu düşünmeyecektir.

Nimetin gerçek sahibi

Müslüman anne-babalar olarak yemeğe başlarken “Bismillah”, bitirince “Elhamdülillah” deriz; çocuklarımıza da öğretiriz. Eğer bu kelimelerin ne anlama geldiğini ve niçin söylediğimizi anlayacakları bir dille açıklamazsak, çocuklar bu kelimelerin ne anlama geldiğini kavrayamaz, teğet bir dille söylemiş olurlar.

Çocuklarımızın bu kelimeleri duygusal zekâlarıyla kavramaları için şöyle bir açıklama yapılabiliriz: “Çarşıdan bir yiyecek aldığımız zaman karşılığında satıcısına para ödüyoruz. Halbuki o yiyeceklerin gerçek sahibi satıcılar değildir, Allah’tır. Acaba o yiyeceklerin gerçek sahibi olan Allah verdiği bu nimetlere karşılık bizden ne istiyor?

Nimetlerin gerçek sahibi (Mün'im-i Hakiki), bizden üç şey istiyor: Zikir, şükür ve fikir. Yemeye başlarken 'Bismillah' (Allahım, Senin adınla başlıyorum) dememiz zikirdir. Yedikten sonra 'Elhamdülillah' (Allahım, verdiğin bu nimetler için Sana teşekkür ederim) dememiz şükürdür. Yerken bu nimetleri Allah’ın yarattığını, rahmetiyle binlerce canlı türünü yiyeceksiz bırakmadığını düşünmek fikirdir.”

Çoğu evlerimizde çocuklara "Bismillah" ve "Elhamdülillah" (zikir ve şükür) demeyi öğretiyoruz, fakat aynı hassasiyeti fikir konusunda göstermiyoruz. Böylece Allah’ın bizden istediği üç şeyden ikisini yani zikri ve şükrü yerine getirmiş oluyoruz.

Ancak yerken bu nimetin bize nasıl ulaştığını pek düşünmüyoruz ve çocuklarımızla bunu konuşmuyoruz. O zaman Allah’ın bizden istediği üçüncü şeyi yani fikri yerine getirmemiş oluyoruz. Fikir eksik olduğu için nimetin kıymetini takdir etmiyor, gereken saygıyı göstermiyoruz. Eğer nimete saygımız olsaydı, her gün tonlarca yemek artığı ve ekmek çöpe atılır mıydı?

"Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz"

Amerika’da master yaptığım yıllarda, çalıştığım üniversitenin yemek salonu açık büfe şeklindeydi. Öğrenciler ve hocalar dilediği yemekten, salatadan, meyveden veya tatlıdan dilediği kadar alabiliyordu. Yemekhanenin giriş kapısında “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz” anlamına gelen şu yazı vardı: “Take what you need. Eat what you take.” (Yiyeceğin kadar al, aldığını da ye.)

Bir gün aynı masada yemek yediğimiz Çinli bir arkadaşı, tabağında kalan son pirinç tanesini almaya çalışırken görünce dayanamadım; denemek için dedim ki: “Bir pirinç tanesi için neden bu kadar uğraşıyorsun? Bırak tabakta kalsın.” Çinli arkadaşın verdiği cevap çok düşündürücüydü:

“Her Çinli bir pirinç tanesi israf etse, Çin nüfusuyla çarp bakalım kaç ton pirinç yapar? Biz kalabalık bir ülkeyiz, israf etme lüksümüz yoktur.”

Yine denemek için dedim ki:

“Şu anda Çin’de değil, Amerika’dasın. Tabağında bırakacağın pirinç tanesi Çin’i değil, Amerika’yı zarara uğratacaktır.” Güldü. “Amerika’yı bu şekilde zarara uğratmak onurlu bir davranış olmaz” dedi.

Çinli arkadaşı bu onurlu davranışından dolayı tebrik ettim. Bir Müslüman olarak düşüncesini paylaştığımı söyledim. Rabbimizin bu konudaki, “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah müsrifleri sevmez” buyruğunu açıkladım. Çok hoşuna gitti. Tam o sırada, Ürdünlü bir arkadaş tabağındaki yemek artıklarını çöp sepetine boşalttı. Bunu gören Çinli arkadaş Ürdünlüyü göstererek, “O Müslüman değil mi?” dedi.

O kadar üzüldüm ki, ne diyeceğimi bilemedim. “Dur, bunu kendisine soralım” dedim. Ürdünlü arkadaşa seslendim. Çinli ile aramızda “nimete saygı ve israf” konusunda geçen konuşmaları aktardıktan sonra dedim ki: “Arkadaş seni yemek artıklarını çöpe dökerken görünce, ‘O Müslüman değil mi? Neden israf ediyor?’ diye sordu. Ben de bunu kendisine soralım dedim.”

Ürdünlü arkadaş Çinliye döndü. Kendinden emin bir şekilde, “Ben kendi ülkemde israf etmem. Amerika’yı sevmiyorum. Burada, ne kadar çok israf edersem Amerika’yı o kadar zarara uğratmış olurum” dedi. Çinli, “Amerika’ya kızarak davranışını değiştirmen onurlu bir düşünce değil” dedi.

Allah’a inanmayan Çinli ile Allah’a iman etmiş Ürdünlü arasındaki bu düşünce farkı nerden kaynaklanıyordu? Şüphesiz aileden ve okuldan aldıkları eğitim farkından kaynaklanıyordu. Muhtemelen Çinli de Amerika’yı sevmiyordu. Buna rağmen tabağında kalan son pirinç tanesini dahi israf etmeyecek bir ahlaka sahipti.

Kutu

Çocuklara iktisat bilinci kazandıracak oyun

Gerekli olanlar:

Birkaç buğday tanesi

Bir kaşık un

Bir dilim ekmek

Çocuklarımıza oyunla nimetin kıymetini anla­tabilir, duygusal ve zihinsel yönden nimeti israf etmeyecek bir hassasiyet kazandırabiliriz. Oyunun adı “Bu bize nereden ve nasıl geliyor?" olsun. Oyuna temel gıdamız olduğu halde en çok israf edilen ekmekten başlayabiliriz. Oyun için, birkaç buğday tanesi, bir kaşık un ve bir dilim ekmek gerekecektir. Aynı oyunu başka günlerde sebze ve meyve türü yiyecekler için oynayabiliriz.


Bütün aile üyeleri sofra başında toplandığı için yemek sa­atleri sohbet için iyi bir fırsattır. Özellikle akşam yemekleri sohbet için oldukça uygundur. Bismillah diyerek yemeğe baş­ladıktan sonra anne veya baba (tercihen anne) çocuğa “Ye­meğini yerken benimle bir oyun oynamak ister misin?" diye­rek dikkatini çeker.


Oyun çocukların en sevdiği işlerden biri olduğu için kabul edecektir. Anne eline aldığı bir dilim ekme­ği çocuğa göstererek “Söyle bakalım bu ekmek bize nereden ve nasıl geliyor?” diye oyunu başlatır. Çocuğun aklına gelen ilk cevap bakkal veya fırın olacaktır. Anne “Oraya nereden geliyor?" diyerek çocuğa yardımcı olur. Sonra birkaç buğday tanesini gösterir. “Ekmeğin temel maddesi bu gördüğün buğ­day taneleridir” der ve sorar: “Buğday nereden geliyor?” Ço­cuğa ipuçları vererek oyunu yönlendirir ve şu sonuca varıl­masını sağlar:


“Buğday taneleri çiftçi tarafından toprağa eki­lir. Toprak olmadan buğday taneleri filiz verip büyüyemez, başak veremez. Buğday tanesini de toprağı da yaratan Al­lah’tır. Çiftçinin görevi sadece buğdayı toprağa ekmektir. On­dan sonra elinden bir şey gelmez. Toprağa ekilen buğday ta­nesinin büyümesi için su (yağmur) gerekir, ısı ve ışık (gü­neş) gerekir, hava gerekir.


Yağmuru, güneşi ve havayı yara­tan Allah’tır. Buğday taneleri toprakla beslenerek büyür, ba­şak verir. Bir başakta 20-30 adet buğday vardır. Çiftçi buğday başaklarını toplar, harmana getirir. Buğday tanelerini başaktan ayırır, çuvallara doldurur. Çuvalları değir­mene götürür. Değirmende buğdaylar öğütülür, un haline ge­tirilir. Un çuvallara doldurulur. Çuvallardaki unlar fırınlara götürülür. Fırıncı bir kazana un doldurur. Üzerine su döker. İyice yoğurarak hamur yapar. Hamuru küçük parçalara ayıra­rak içinde ateş yanan fırına koyar. Fırında pişen hamurlar ek­mek olur. Fırıncı pişen ekmeklerin bir kısmını raflara dizer, bir kısmını bakkala satar. Biz de gider, en yakın bakkaldan veya fırından ihtiyacımız kadar ekmek alırız.”


Oyundan çıkarılacak ders: Ekmeği çöpe attığımız zaman başta buğdayı yaratan Allah’a, sonra ekmek oluncaya kadar emeği geçen çiftçiye, değirmenciye, fırıncıya ve ekmeği satın almamız için gereken parayı kazanan babamıza saygısızlık yapmış oluruz.


Ali Çankırılı / Moral Dünyası Dergisi



Bunlar da ilginizi Çekebilir

3 Yorum Yorum Yaz

Yorum Yaz