Duvar Sadece Duvar Değilmiş

ahmet-ay2Bundan çok yıllar önce İstanbul’u ilk ziyaret ettiğimde (sanıyorum 1996 yılıydı) ağabeyim beni şehrin güzellikleriyle tanıştırmak istemişti. Ben o zamanlar liseyi Sivas’ta yatılı okumakta olan bir öğrenciydim ve açıkçası Sivas’ın dışına hiç çıkmamıştım. Benim ve babamın haricinde ailenin bütün fertlerinin (ve neredeyse bütün akrabalarımın) mesken tuttuğu İstanbul'a ömründe ilk kez duvar görmüş olan bir Aborjin yerlisi gibi bakıyordum. Yani bakışım soğuktu, hissizdi, belki korkuluydu. Yaşıtlarımın pekçoğunun aksine büyük şehir rüyaları görmeyen birisi olarak İstanbul’a isteksiz geldiğimi söylesem herhalde yanlış olmaz.

İşte o zamanlar ağabeyim, beni birazcık İstanbul ortamına alıştırmak için haftasonlarını bana ayırıyordu. Bazen o, bazen ablam beni yanlarına kattıkları gibi tarihî mekanları, mimarisiyle öne çıkmış eserleri gezdiriyorlardı. Hava almaya isteksiz değildim, evden çıkmak iyi geliyordu. Fakat o binaları, o camileri veyahut o tarihî mekanları ziyaret etmek ruhumda hiçbir inikasa, açılmaya veya hayrete sebebiyet vermiyordu. Ne şaşırıyor, ne önemsiyordum. Benim Sultan Ahmed Camii gibi, Ayasofya gibi yapılara bakışım, sadece bir bina suretinde idi. Gözümde oturduğumuz apartman dairesiyle onlar arasında bir fark yoktu. Bu kadar sığ bir heriftim. Hatta bu ziyaret esnasında ağabeyim bana şöyle sitemkâr bir hayret etmişti:

“Yahu Ahmet, bari yalancıktan olsun şaşır! Ben senin gibi hissiz adam görmedim. Neyin önündesin, farkında değilsin.”

Evet, tasannuya yapım müsait değil. Fakat o zamanlar söylediği bu sözde ağabeyimin haklı olduğunu, benimse o vakitler haksızların haksızı olduğumu beyan etmeye şimdi lüzum oldu. Zira bugünlerde okuğum bir kitap, mimarinin arkasında nasıl bir fikrî altyapının, bir felsefenin bulunduğunu bana gösterdi. Rahmetli Turgut Cansever Hoca’yla yapılmış söyleşilerden derlenerek oluşturulan bu eser, Mustafa Armağan Hoca’nın itinalı çalışmasıyla ortaya çıkmıştı.

Kubbeyi Yere Koymamak isimli bu eseri geç (hem de çok geç) fark ettiğimi ve kendime teessüf ettiğimi de bilmeniz lazım. Eğer o kitabı daha önce okumuş olsaydım, gezdiğim hiçbir mekanda duvarlara 'duvar' gözüyle bakmayacaktım. Her bir duvar gözümde bir 'tual' olacaktı. Bakmayacaktım, görecektim. Okuyacaktım, anlayacaktım.

Turgut Cansever Hoca aramızdan 2009 yılında ayrılmış, alem-i bekaya yürümüş bir mimarî ustası. Bilmiyorum, usta kelimesi böyle insanları tarif etmeye yeterli oluyor mu? Bugünkü kalıplarıyla usta, sadece kendi işinde mahirleşmiş tekdüze bir çağrışım yaparken bu kitapta benim gördüğüm Turgut Cansever 'her meseleden epey anlayan' ama 'mimariye ayrıca âşık olan' bir insan şeklinde. Bir kere öyle bir entelektüel ki; koyduğu her bir taşın, çizdiği her bir planın ve zihninde kurguladığı her tasavvurun arkasında medeniyet telakkisinden, tecrübelerinden süzülüp gelmiş bir bilgi hazinesi var. Tabir-i caizse, Cansever Hoca’nın muhayyilesinin dahi bir ideolojisi var. İşaretlediği taşın, çizdiği yolun arkasında bir fikriyat var, geleceğe doğru uzayıp giden bir ağaç var.

Bu kitapta o kadar çok şey öğrendim ki, hangisini anlatayım? Mesela Turgut Hoca’nın yaratıcılık ve standartlar üzerine geliştirdiği eleştiri çok başka bir şeydi. Batının yaratıcı olma eğilimini birkaç asır önce mimari alanında geride bıraktığını beyan ederken, artık onların standartlara yöneldiğini aktarıyordu. Fakat bizler aksine onların arkalarında bıraktığı bir döneme, bir mimari eğilime karşı seyr u seferdeydik. Bu nedenle de yaratıcılık misyonuyla ortaya konulan her eser, bir diğerine ve çevresine hiç benzemiyor. Adeta çevresinin içinde 'iğreti duran bir güzellik' oluyordu. Halbuki hüsün ancak bütün hesaba katılırsa ortaya çıkardı. Tek tek güzelliklerin mimaride faydası yoktu.

Sonra ülke insanının yüzde doksan ikisinin müstakil ve bahçeli evlerde oturmayı hayal etmesine karşın devletin bütün yapılanma planlarını apartmanlar üzerine kurgulaması da ona göre icra edilen büyük yanlışlardandı. Halbuki bu yapılan apartmanların ve site projelerinin daha az maliyetlisi bir şekilde bahçeli evler de yapılabilirdi. Fakat Avrupa’nın yine gerisinde bıraktığı apartman türü bir yapılaşmayı, her nedense Türkiye öpüp başına koyuyordu ve farklı düşünmesine izin verilmiyordu.

kubbeyi_yere_koymamak

Yine Osmanlı mimarisinin de güzelliklerini gördüm bu eserde. O vaktiyle önlerinden hayretsiz geçtiğim mekanların nasıl sırlar barındırdığını öğrendim. Mesela; Osmanlı camilerinin çevrelerindeki evler küçük tutularak nasıl bir nisbî büyüklük kazandıklarını öğrendim. O nisbî büyüklük eşliğinde insanların nasıl onlara bakarken hayran olabildiklerini öğrendim. Bunun yanısıra Osmanlı evlerinde çevre uyumuna avamî bir şekilde nasıl dikkat edildiğini, içinde bulunduğumuz dönemde ise buna nasıl hiç bakılmadığını öğrendim. Bunun yanısıra bireyselliğe yönelik sanatlara yapılan övgülere rağmen, modern medeniyetin çevresel sanatlara (hassaten mimariye) neden ehemmiyet vermediğini, dışladığını öğrendim. Öğrendim de öğrendim, hem hayret hem de hocamın bilgi deryasına gıpta ettim.

Habitat, modern ve postmodern mimari gibi meselelerin de masaya yatırıldığı eser, alanım olmadığı halde mimarlık konusunda bana çok şeyler öğretti ve öğrettiklerini sevdirdi. Size de öğreteceğini tahmin ediyorum. 400 sayfalık bu kıvamlı yolculuk hepinize tavsiyemdir. Yayınevini söylemiş miydim? O halde söyleyeyim: Timaş... Hassaten mimarlık okuyanlar bu fırsatı kaçırmasın.

 


Bunlar da ilginizi Çekebilir

0 Yorum Yorum Yaz

Yorum Yaz